Binlerce yıl önce ilk insanlar olarak nitelendirdiğimiz Homosapiensler sürekli olarak avcılık toplayıcılık ile süren yaşamlarını yerleşik hayata geçerek kendi içlerinde bir devrim başlattılar. Yerleşik bir hayata geçmenin nedenlerinden biri olan iklim değişikliğinin yarattığı sonuçlar bizler için oldukça düşündürücü. Yaşanan iklim değişikliği sonrası yaşam şekilleri değişen bir insanlık tarihi var. Bu hikayeye başka açıdan bakacak, olursak yıllarca avcılık-toplayıcılık ile geçen yaşam sürecinde uzun süre aç kalan ve avlanma sonrası aşırı yemek tüketimi ile hayatta kalmaya çalışan insanları düşünelim. Bu tablo eminim ki bu günlerde bizlere tanıdık geliyordur.
İlk insanlar yerleşik bir hayata geçtiklerinde yaşamlarını da değiştirdiler. Sadece tüketim yapmaktan öteye geçerek üretim yapmaya başladılar. Bu üretim sürecinde insan, önce kendini sonra da çevresini yani doğayı kontrol etmeye başladı. Doğayı ve çevresini tanıyan, dolayısıyla bunları dönüştüren insan kendisine ikinci bir dünya yarattı. Kendisine sunulan yaşamın ötesine geçerek kendisi için bir yaşam şekli kurmaya çalıştı. Bunu yaparken kendini doğadan ayıran ve diğer tüm canlılardan farklı olarak ‘’ben’’ diyebilen bir konuma geçiş yaptı. İnsan kendisini dünyadan ayırırken aslında kendisini yaratmaya başladı. Dünyaya gelişiyle başlayan yaratılma sürecinde insan kendisini kontrol ederek yeniden bir yaratılış öyküsü yazmaya başladı. Bu sefer bunu kendisi için yaptı.
İlk insanlar emek gücünün, işbirliğinin ve toplumsal olarak uyumlu devam edebilecek bir hayatın önemini biliyorlardı. Bunun için günümüzdeki anlamından biraz farklı olarak komüne bir hayat sürmeye başladılar. Hiyerarşi yok, zenginlik yok, sermaye tek bir elde toplanmamış, toplumsal cinsiyet kalıpları yok. İnsanın insan olmasından kaynaklı süren bir yaşam formu var. Ortak üretim ile ortak tüketimin olduğu, fazla ürün olmadığı için toplumda eşitsizliklerin başlamadığı bir hayat. Herkesin paylaşım içerisinde yaşadığı bir hayat. Zenginliğin mal veya mülk ile değil de deneyim ile ölçüldüğü bir hayat.
Bu hayatı hayal edince ne kadar güzel geliyor değil mi? Sanki bir hayalden bahsediyor gibi tarih kitapları. Medeniyetin teknoloji ile birleştiği, insanların birbirini anlamak yerine kuyu kazma planlarını yaptığı, tüm dünyanın belli zengin insanlar tarafından yönetildiği, eşitsizliklerin uçurumlar olarak daha da çok ortaya çıktığı günümüzden binyıllar öncesinde aslında bambaşka bir başlangıç noktasındaymışız. Ne oldu da insanın en temel insan olma özelliklerini kaybetmeye ve yolsuzlaşmaya başladık? Paylaşmak veya birbirini anlamak yerine neden kendi duygularımızın esiri olduk? İnsan kendini yaratabiliyorken neden daha kötü bir noktaya kendini taşımayı tercih etti? Yoksa her şey zenginlerin daha çok zengin olaya başladığı yüzyıllar öncesine mi dayanıyor? Bitmek bilmeyen kavgalarımızın temelinde ne yatıyor? Her Ramazan ayı geldiğinde neden saygının ortadan kalktığı durumlar yaşanıyor ve neden bunlar bizlerin gözlerinin önüne seriliyor? Belki de saygıyı, işbirliğini, birbirimize destek olabilmeyi ve kendimizi yeniden yaratabileceğimizi hatırlamamız gerekiyor. Ne dersiniz?