“Bütün erkekler / kadınlar aynı” mı yoksa size mi hep “böyleleri” denk geliyor? Dünya sürekli bir değişim halinde. Bu değişim toplumları, ve toplumları oluşturan bireyleri de etkiliyor. Buna bağlı olarak günümüzde ilişkileri kurarken ve sürdürürken nedenlerini anlamak ve buna bağlı olarak ilişkilerimizi şekillendirmek de önem kazanıyor. Peki ilişkilerimiz nelerden etkileniyor?

Bütün erkekler / kadınlar aynı mı yoksa bize mi hep “böyleleri denk geliyor” sorusunun cevabını ararken aslında bu iki soruyu birbirinden ayırarak yanıtlamakta fayda var. Çünkü bu iki sorunun cevabını etkileyen faktörler birbirinden ayrışıyor.

Öyleyse: Bütün erkekler/kadınlar aynı mı?

Bu sorunun cevabını toplumsal cinsiyet rolleriyle açıklamak daha doğru. Her birimiz biyolojik olarak anne ve babamızdan gelen X ve Y kromozomlarına bağlı olarak bir kadın veya erkek olarak dünyaya geliyoruz ve bu günümüzde “atanmış cinsiyet” olarak tanımlanıyor. Cinsiyet rollerimiz ve cinsiyetimize bağlı olarak ortaya çıkan davranışlarımız yaklaşık 70 yıldır bilimsel araştırmaların konusu. Yapılan çalışmalar, doğumun hemen sonrasında kız ve erkek çocukların benzer fiziksel ve davranışsal özellikler göstermelerine karşın ebeveynleri tarafından farklı tanımlandığını gösteriyor. Bunun temelini de cinsiyet rollerine ilişkin toplumsal normlar ve beklentiler oluşturuyor. Dolayısıyla gerek ebeveynler gerekse çevremizdeki diğer insanlar cinsiyetimize bağlı beklentilerini bize yansıtıyor ve ilişkilerdeki karşılıklılık temeli kadın ve erkeğin bu beklentilere ve normlara uygun tepki vermesine yol açıyor. Ancak, her ne kadar cinsiyet rolleri ve davranış kalıpları toplum içerisinde şekillense de her bireyin “biricikliği” ve farklı dinamikleri değerlendirildiğinde “farklılıkları” da görmek mümkün olabiliyor.

Size hep “böyleleri” mi denk geliyor?

İşte bu sorunun yanıtını bireyde arayabilir ve değişimi iradî olanda bulabiliriz. Bilim sınıflandırmayı sever. Bu nedenle de farklı nedenlerden benzer sonuçlar ve kategoriler yaratma eğilimindedir. Bunu da genellikle başarır. Bizi “biricik” yapan şey her ne kadar benzer deneyimler yaşadığımızı düşünsek de bir takım yaşantılarımızın farklı olması, sonuçta da benzerlerle birleşen farklılıkların “biricik” örüntüler oluşturmasıdır.

Günümüz toplumunda eş seçiminde en yaygın bilinen psikolojik olgu psikanalizin bize söylediğinden anladığımız “anneye/babaya” aşık olma meselemiz. Dolayısıyla, kadınların babasına erkeklerinse annesine benzer eşler arama eğiliminin bununla açıklandığı yanılgısına düşüyoruz. Elbette diğer kadın ve erkeklerle kurduğumuz ilişkilerde ve cinsiyet kimliklerimizin oluşumunda 3-6 yaş arasına ilişkin psikanalizin öne sürdüğü bu etkileri tamamen reddedemeyiz. Ancak, bütün ilişkilerimizi buna indirgemek de sonucun “değiştirilemez/yönetilemez” olduğu düşüncesini pekiştirecektir.

Psikoloji farklı bakış açılarının davranışlarla ilgili farklı açıklamalar getirebildiği bir bilim dalı. Bunu göz önünde bulundurduğumuzda bizi değişime açabilecek farklı yaklaşımların olduğunu da görebiliriz. Bu noktada, “aynı” erkekleri/ kadınları seçmemizde bağlanma ve öğrenme süreçlerimizin etkisini konuşmak gerekir. Bağlanma, son dönemde doğum öncesiyle de ilişkilendirilmeye başlanmış olmakla birlikte, doğumdan itibaren biricil bakım verenle yani bebeğin fiziksel ve duygusal ihtiyaçlarını sağlayan kişiyle kurduğu ilişki ile oluşur. Burada kurulacak ilişki, ileri dönem yaşantılarımızı ve en önemlisi “dünyaya bakışımızı” belirleyen en önemli etkendir. Diğer bir etken ise, yine doğumdan itibaren yaşadığımız “ev”deki ilişkilerdir. Dünya ile irtibat kurduğumuz ilk yer olan evimiz, sosyal ve duyugusal ilişkileri de öğrendiğimiz ilk yerdir. Yine gelişim süreçlerinden bahsederken çocuğun üç ebeveyninden bahsediyoruz: Anne, baba ve anne baba arasındaki ‘ilişki’. Bu noktada en çok gözden kaçırdığımız faktör de bu ‘ilişki’ oluyor. Genellikle, yaşamımızın ilk döneminde öğrendiğimiz bu ilişkiler de bizim sonraki ilişkilerimizde nasıl davranacağımızı belirliyor. İlişkinin karşılıklı olduğunu yine hatırlatırsak, seçtiğimiz kişiler de bu ilişkileri tekrar ettirebileceğimiz ve sürdürebileceğimiz kişiler oluyor.

Bu noktada, bazen bizi rahatsız eden, mutsuz eden, zarar veren, toksik ilişkileri yine de seçmeye devam etmemizin çok önemli bir sebebi ortaya çıkıyor. İnsan zihni belirsizliği sevmez. “Bilindik, aşina” olunan her zaman daha az kaygıya yol açar. İnsan, bilinen karanlığı, bilinmeyen aydınlığa tercih etme eğilimindedir.

Peki bunu değiştirebilir miyiz?

İçine girdiğimiz bu kısır döngüden çıkmak elbette mümkün. Tüm canlı organizmalar yaşamları boyunca öğrenmeye ve dolayısıyla değişmeye devam ederler. Bu değişimi sağlamanın birinci basamağı, ‘böylelerinin’ bize denk gelmediğini, bizim ‘böylelerini’ SEÇTİĞİMİZİ fark etmektir. Bu hem kendi davranışlarımızın sorumluluğunu, hem de kontrolünü almamızı sağlayacaktır. Sorumluluğu ele almak çaresizlik duygusunu, kontrolü ele almak ise kaygıyı azaltarak değişime öncülük edecektir. Değişimin ikinci basamağı ise kendi davranışlarımızın nedenlerini, bir diğer deyişle örüntülerimizi anlamak; yani KENDİMİZİ TANIMAKTIR. Üçüncü ve son basamak da, içinde olduğumuz kısır döngüden çıkmak için yapabileceğimiz en kıymetli şey, FARKLI DAVRANMAK’tır.

İki şeyi unutmamalıyız: Aynı davranışları tekrarlayarak farklı sonuçlar elde edemeyiz ve diğerlerinin davranışlarını kontrol edemeyiz, ancak kendi davranışlarımızı değiştirerek diğerleriyle olan ilişkimizi farklılaştırabiliriz.