Bu dünyaya her gelen muhakkak gidecektir. Bundan asla kaçış yoktur. İnsanlara değer katan veya değersiz kılan bu dünyada yaptıklarıdır. “Sizin en hayırlınız, insanlığa en faydalı olanınızdır” Hadisi Şerifi mucibince insanoğlunun önünde, her daim “hayırlı” veya “hayırsız” olmak üzere iki yol vardır. İyi ve kötü olmanın kriterleri de önceden bellidir. Tercih ise kendisine ait. Dolayısıyla kıymetli veya kıymetsiz olmak kendi seçimidir. Hal böyle iken başka bir arayışa girmeye gerek yok. Mutlu olmanın yolu; maddi ve manevi anlamda insanlığa faydalı olmaktan geçer.
Bir Bilgeye sormuşlar: “Mutluluk nedir” diye. Bilge şöyle cevap vermiş; “Mutluluk; çok paran olması, çok zengin olmak değildir. Paran vardır; yiyemezsin, yersin çıkaramazsın. Gerçek mutluluk; ben bir kişiye iyilik yaptığımda, o iyiliğin karşılığında o kişinin yüzünde sevinç hâreleri gördüğüm an, işte benim için en büyük mutluluk budur” demiş. İyilik yapmak insanın iç dünyasına huzur verir. Bu huzuru alanlar ise manen ve madden mutlu olurlar.
Mutlu olabilmek ve iyilik yapabilmek için çalışmak ve üretmek çok değerlidir. Bu çalışmalar bazen bedenen olur, bazen ilim irfan öğrenerek olur. İlim öğrenip insanlığa hizmet etmek çok kıymetlidir. Öğrendiğin ilimi, bilimi tüm canlıların hayrına sunabilmek başarı ve mutluluğun anahtarıdır. Bazı bilim adamları vardır; öğrendiği bilgileri kimseyle paylaşmaz, kimseye öğretmez, kendisiyle beraber o bilgiler yok olur gider. Allah böylelerinden insanlığı korusun. Bilimin de, ilmin de zekâtı vardır. Bildiklerini insanlığın yararına paylaşmaktan daha güzel bir mutluluk yoktur. “İlim Çin’de de olsa gidiniz öğreniniz” diyen bir peygamberin ümmeti olarak bizlerde ilimi, bilimi öğrenmek için çaba harcamamız gerekir. Toplumumuzda bildiklerini öğretmek için çaba harcayan bilim adamlarımıza değer vermeliyiz. Onları baş tacı yapmak; yarınlara güvenle bakmamızın sebebi olacaktır.
Şimdi sizlere; bildiklerinin cimrisi olmayıp, bilgisini toplum yararına paylaşması ile, çalışkanlığı ve ürettikleri ile örnek alınacak bir değerimizi, sadece Alanya’ya değil ülkemize, bilhassa eğitim ve sağlık alanları başta olmak üzere, turizm ve tarım sektörlerinde katkılar sağlayan ve genç nesillerimize de ilham kaynağı olacak, Alanya’mızın ilklerinden ve medar-ı iftiharlarından bir portreyi anlatmak ve sunmak istiyorum.
Türkiye Cumhuriyeti’nin ilan edildiği 1923 yılından iki yıl sonra 1925 yılında Alanya Sugözü Mahallesi’nde Hasan ve Emine İkbal çiftinin dördüncü evladı olarak bir erkek çocukları dünyaya gelir. Cumhuriyetin yeni kurulduğu, Kurtuluş Savaşının etkilerinin hala devam ettiği yokluk yıllarında, ismiyle çok yaşasın diye çocuğa dedesinin ismi, Hüseyin adı verilir. Dedesi Hüseyin Efendi ise Osmanlı ile Ruslar arasında yapılan 93 Harbinde (1877-1878) memleketine geriye dönmez, cephede şehit düşer. Bu savaş, Rumi takvime göre 1293 yılına denk geldiğinden Osmanlı tarihinde 93 Harbi olarak bilinir.
Rivayete göre Küçük Hüseyin’in ataları, daha önce Konya Bozkır’da uzun süre hayvancılık yaparak geçimlerini temin ederler. Ancak zamanla nüfusun artması ile Bozkır’da hayat zorlaşır. İklimin sertliği ve soğukluğunun yanı sıra elde edilen gelirler artık onları tatmin etmemeye başlar. Bunun üzerine 1860’lı yıllarda Alanya Dim Vadisi’nde yer alan Arap Köyü’ne göç ederler. O tarihlerde Toroslar’da ve Dim Vadisi’nde en popüler iş kereste ticaretidir. Alanya Limanı’ndan gemiyle başta Mısır olmak üzere Orta Doğu ülkelerine kereste gönderilir. Toroslar’da ormanların kesiminin yapılması, akabinde tomruğun ırmaklar vasıtasıyla Alanya’ya taşınması ve gemilere yüklenmesi, ekonomik anlamda dönemin kayda değer en önemli işleridir. Acısıyla, tatlısıyla Dim Vadisi’nde hayat böyle devam ederken Rumi 1293, Miladi 1877 yılında, Osmanlı ile Ruslar arasında 93 Harbi patlak verir. Arap Köyü mukimlerinden dede Hüseyin Efendi’de, vatanın ve milletin bekası için bu savaşa katılır. Savaş biter ancak geriye dönmez ve daha sonra şehit olduğu haberi gelir.
1872 doğumlu olan babası Hasan (İspanın Hasan Ağa) henüz 6 yaşında yetim kalır. Daha sonraki yıllarda annesi bir başkası ile evlilik yapar. Bunun üzerine köyde kendine bir gelecek göremeyen Hasan Ağa, Alanya’da önemli bir ticaret ehli olan Sinanoğulları ailesinin yanına gelir. Sinanoğulları’nın yanında hem meslek öğrenmek ister hem de ticaretin kurallarını öğrenmeyi çok ister. O ticaret erbabı olmayı bir kere kafasına koymuştur. Zorluklara karşı asla pes etmez, Gece gündüz çalışır. Ticaretin inceliklerini öğrendikten sonra müstakil olarak kendisi ticaret yapmaya başlar. Konya’dan Alanya’ya buğday, un, tuz getirir, Alanya’dan Konya’ya ise keçi boynuzu, fındık ve deri gibi ürünler götürür, satar. Ayrıca insanları yaylalara at ve develeri yardımıyla göçürür. Bir nevi günümüzün taşımacılık sistemini o günün şartlarında yerine getirir ve organize eder. Bunun için kendisi birçok at ve deveye sahip olur. Zaman su gibi akıp gider, Hasan için artık askerlik çağı da gelmiştir. Zaman kaybetmez, hemen askere gider. Ancak devir savaşların çok olduğu dönemdir. Askerlik döneminde, 1897 yılında Osmanlı İmparatorluğu ile Yunanistan Krallığı arasında savaş çıkar. Otuz Gün Savaşı da denen, Dömeke Muharebesini Osmanlı İmparatorluğu, yaklaşık bir ay gibi bir sürede zaferle sonuçlandırır. Hasan Ağa, bu savaşta ön cephede gönüllü olarak süngüyle, göğüs göğüse çarpışır. Kazanılan zaferden sonra gazi olarak Alanya’ya döner ve işlerine kaldığı yerden devam eder.
-Devamı yarın