Geçtiğimiz haftalarda tam bir şeyler olacakken aslında olamıyor ülkesiyiz diye konuşmuştuk. Tüm umutlarımızın ve hayallerimizin bir bir yok olduğundan ve artık bir şeylere heves etmek noktasında ne kadar zorlandığımızı gözden geçirmiştik.
Olumsuz olayların bitmek bilmemesi nedeniyle inandığımız şeylerin peşinden gidebilme noktasında zorlandığımızdan bahsetmiştik.
Özellikle İzmir’de gerçekleşen yangın sonrası tanıdık gelen çaresizlik ve mutsuzluk duygusunu yeniden yaşadık. Ne zaman yaşamadık diye soracak olursanız, haklısınız sanki hiç bizi bırakmayan bir duygu gibi derim. Hiç geçemeyen bir baş ağrısı gibi. Çok hafif bir baş ağrısı, ara ara şiddetleniyor ama hiçbir zaman son bulmuyor.
Çözümü tüm bu bize mutsuzluk veren gündemden uzak durmakta görebiliyoruz. Biz ne kadar uzak durmaya çalışsak da ideoloji hayatımızın bu kadar içindeyken istesek de uzak kalamıyoruz maalesef. İçtiğimiz su, aldığımız nefes kadar doğal bir şekilde hayatımızda yer almaya devam ediyor. Hal böyleyken de baş ağrımız kronikleşiyor.
Tüm bunları konuşmaktan da yorulduk. Sürekli aynı şeyler etrafında dönüyoruz. Adaletin olmadığı, haksızlıkların her geçen gün devam ettiği, güvensizlik duygusu ile geleceğe dair hayaller kuramadığımız ve sadece yaşamaya çalıştığımız bir dünya. Kendimizden uzaklaştığımız, kim olduğumuzu unuttuğumuz, isteklerimizi sorgulamadan robotumsu bir hayat yaşadığımız dünya. Hangi duyguyu yaşadığımızı bilemediğimiz ama sürekli kendimizi mutsuz hissettiğimiz bir dünya. Tüm bunların üstüne de kendi fikirlerimizi söylediğimizde özgürlüğümüzün elimizden alınacağı bir dünya.
Hiçbir kaygımızın olmadığı bir gün nasıl bir şeydi hatırlayamıyorum. Olumlu şeyler için endişe etmek ve heyecan yaşamak nasıl bir şeydi hatırlayamıyorum. Çünkü genelde olumlu bir durum yaşarken bile mutlaka siyaset hayatımızı etkileyebiliyor ve çok hızlı bozabiliyor. Ara ara gelen baş ağrısı azalmak yerine ince bir sızı halinde kalmaya devam ediyor. Geçmeyen bu ağrıya alışıyoruz. Ağrı ile yaşamaya başlıyoruz. Çözüm aramayı da bırakıp kabulleniyoruz.
Mutsuzluğumuz kimliğimizin bir parçası haline dönüştüğünde, neşe saçan insanlar korkutucu gelirmiş. Gerçekliğine inanmakta zorluk yaşarmışız. Böylelikle de kendi etrafımızda mutsuz insanlar olsun isteriz. Kendimizi ait hissedeceğimiz, bizim gibi insanlarla olmak isteriz. Kendi kısır döngülü hayatımıza yeni bir döngü ekleriz. Daha başka nasıl bir hayat olur diye düşünmez, mutsuzluk halimizin sürmesi için oyunlar oynarız. Olmaması gereken bir durum gibi görünse de yaşadığımız şey tam olarak bu. Böyle değil diyerek sadece kendimizi kandırıyoruz. Ne dersiniz?