Ülke ve dünya gündemine baktığımızda sürekli aynı olayların belirli aralıklarla yaşandığına şahit oluyoruz. Bitmek bilmeyen bir döngü içerisinde yaşarken, ister istemez karşılaştığımız olaylara karşı duyarsızlaşmaya başlıyoruz. Ne de olsa insan acıdan kaçmaya ve kendi bireysel mutluluğunun peşinden koşmaya eğilimlidir.
Olumsuz olaylardan kaçmaya çalışan insan, hayali bir dünya yaratmayı deneyebilir veya kendi kabuğuna çekilebilir. Ancak bu iki seçeneğin olmadığı bir durum da iş hayatımız oluyor. Birlikte çalıştığımız iş arkadaşlarımız, işverenlerimiz, patronlarımız veya iş sahipleri kaçamadığımız kişiler doluyor.
Vaktimizin çoğunu birlikte geçirmek zorunda olduğumuz insanları seçme şansımız her zaman mümkün olmayabiliyor. Kendi seçimimizle birlikte çalıştığımız insanlarla çalışmaktan çok üretmeye ve ortaya koyduğumuz işimizi en iyi şekilde yapmaya başlıyoruz. Ve en nihayetinde çalışmak yorucu olmanın aksine keyifli bir hale dönüşüyor.
Bu ihtimalin dışında bir de kendi egolarını ekip arkadaşlarından çıkarmaya çalışan insanlar ve patronlar var. Kendi dünyalarında başka kaygıları varken bunu işteki arkadaşlarından çıkarmaya çalışan ve iş üzerinden kendi bireysel varlıklarını kanıtlamaya çalışan insanlardan bahsediyorum. Dedikodu ve kaosla beslenirken diğer insanların haklarını görmezlikten gelen işverenlerden bahsediyorum.
Kapitalist sistemde birbirlerine muhtaç gibi görünen işverenler ve çalışanlar bir noktada yaşanılanları normalleştirme çalışabilir. Her iş yerinde böyle sıkıntılar var diye düşünebilir. Ancak tam da bu düşünce tarzı serbest piyasanın işleyişini belirler. İşsizlik artışa geçerken alınan ücretler sadece karnını doyurmaya yeten çalışanların çok da ses çıkarmaya hakkı yok gibi duruyor.
Çevresinden ‘’Aman dur şimdi bir şey deme, he de geç’’ gibi teselli cümleleri ile avutulan çalışan birey, bir noktadan sonra kendi varlığından, hayatından ve hayallerinden uzaklaşmaya başlıyor. Robota da dönüşüyor diyebiliriz. Sabah kalk, işe git, baskıya maruz kal ve iş çıkışı eve git. Çok da yabancı olmadığımız bu senaryoda olan yine çalışana olurken, işveren kendi kazancının peşine düşüyor ve tek düşündüğü kendi sermayesini daha fazla nasıl arttıracağı oluyor.
Sizin çalıştığınız yerde böyle olmuştur demiyorum ama sizin dışınızda kalan milyonlarca insan bu şekilde çalışıyor. İşyerinde zorbalığa, mobbinge, tacize ve engellenmelerle mücadele eden ve alacağı üç kuruş para için mesai saati olmayan işlerde çalışan milyonlar var. Koskoca milyonları yöneten sadece yüzlerce insan var. Üstelik bu yüzlerce olan patron veya işverenlerin kazancının toplamı, milyonlarca çalışan insanların kazancının yüzlerce katı oluyor.
Sonuç olarak damlaya damlaya kazancını göl yapmaya çalışan işçiler, büyük okyanuslara sahip olan patronlarından medet umuyor. Gün ne zaman döner biliyor musunuz, o patronlara sizi hak etmediğinizi söylediğinizde. Biri gider biri gelir diye düşünen patronlar kaliteyi düşürmeye devam ettikçe, işini mükemmel yapan insanların değeri daha da çok fark edilmeye başlanıyor. Ne dersiniz, sizce de öyle değil mi?