‘’Böylesi bir müşkül durumdaki taze çifti bağrına basacak, arkalarından konuşup yüzlerine gülecek, yargılasa bile dışlamayacak tek mahalle vardı, bataklık olan manasına yakışan muhtevasıyla Abre.’’ (Dünyanın Kustuğu Yer, sayfa 24.) Doğduğunuz veya büyüdüğünüz yere ait olamama hissinin getirdiği o büyük huzursuzluğun karşılığı, belki de ‘öteki’ kelimesiyle açıklanabilir.
Sadece kendinizin değil, içinde yaşadığınız toplum da sizi öteki diye tanımladığı anda; kendin olmanın dayanılmaz hafifliğini değil büyük acısını yaşarsınız. Toplumun veya zamanın sizden beklentilerini karşılayamadığınız anda, her mevsim göç eden kuşlar gibi oradan oraya sürüklenirsiniz. Sadece kendiniz olarak yaşayabileceğiniz bir yer ararsınız.
Bazen de sizin gibi ötekileştirilmiş veya dışlanmış, parmakla gösterilmiş insanlarla bir araya geldiğinizde kendi normalinizi bulmuş olursunuz. Bu zamana kadar hep kendinizde problem bulurken, bir anda problemin sadece sizden kaynaklı olmadığını keşfedersiniz. İşte Abre de tam olarak böyle bir yer.
Berci Kristin Çöp Masalları’nın hayalperest bir tavrını taşıyan Dünyanın Kustuğu Yer kitabı, bir yerde topluma dahil olmayan veya olmasına izin verilmeyen insanların bir araya geldiği mahalleyi anlatıyor. Bir hapishane günlüğü gibi, toplumun suçlu olarak nitelendireceği insanların bir arada yaşama hikayesine odaklanıyor. Barış Bıçakçı’nın yarım kalmış hikayeler olarak nitelendirdiği hayatın izlerini görüyoruz. Bir tarafı eksik kalan, tam olarak kendi olamayan, tam olarak kendi olduğunda da deli olarak nitelendirilen kadınlar. Delirmiş, kontrol edilemeyen kadınlar. İnsanların korktuğu ve uzak durmak istediği kadınlar. Hem onlar hakkında konuşup parmakla gösterdiği hem de yüz yüze gelince muhabbetin kısa sürdüğü kadınlar.
Öteki kadın olmanın getirdiği yük duygusunu absürt olarak görülen detaylarla anlatıyor kitap. Parçalanmış topukları, küçük yaşta evlilikleri, kadın olmanın getirdiği bitmek bilmeyen doğumları, arzu ve sevginin sınırlarını yeniden sorgulatıyor. Kadın olmanın gereklilikleri üzerine yeniden düşündürüyor. Gündelik hayatta temas edemeyeceğimiz kadınların hayatına kapı aralıyor. Üstelik bunu tam da gündeliğin içinden yapıyor.
Aykırı olmanın delilikle özdeşleştiği veya sürgünle bütünleştiği hayatları düşünürsek kadın olmanın beraberinde getirdiği atanmış cinsiyet üzerine düşünmek diyebiliriz ‘öteki’ için. Toplum için kadın doğmak başlı başına bir öteki olma haliyse, kadın olmak için yaptığımız her şey topluma dahil olmak için diyebiliriz. Peki ya kendimiz olamıyorsak, kendimiz gibi yaşayamıyorsak o zaman ne anlamı var kadın ya da erkek olmanın? Kadın olabilmenin gerekliliklerini toplumun çizdiği sınırlar içerisinden kabul ettiğimizde normal eğrisi içerisinde oluruz elbette. Peki, ya bu sınırlar içerisinde kendi kadın kimliğimiz olarak var olamıyorsak, yanlış tercihler mi yapıyoruz demektir? Gerçekten deli miyiz yoksa öteki kadın olarak bir yaşam mı sürüyoruz?
Nasıl öteki olunur sorusunun cevabına ötekilerin dayanışmasını koyarak, ötekilerin varlığını göstermeye çalışıyor. Parçalanmış kimliklerin ve kadın olarak öteki olmanın karşısına yine kadın dayanışmasını koyarak tüm ötekilerin görülebilmesini sağlıyor. Öteki olarak işaretlenen her insanın, bir yerde normal bir eğri içerisinde kendi olarak yaşayabilmesini mümkün kılıyor. Görmediğimiz, şahit olmadığımız veya görmezlikten geldiğimiz hikayelerin içine bizi sokarak onları anlamamızı sağlıyor. Toplumun içine sığdıramadığı hayatları, yaşanılabilir kılıyor. Böyle bakınca normal, normal olmayan, öteki veya delilik anlamsız kalıyor. Kendin olabilmenin dayanılmaz hafifliğini yaşanabilir kılıyor. Ne dersiniz, deli kadın olmadan da kadın olabilmek mümkün müdür?